TEK KANADI BAĞLI ‘KUŞ’.
A.Metin Uracin
19 Kasım 2006
Bir Pazar Yazısı
‘Her şey o kadar ani ve hızlı oldu ki.
Bazen dairesel dönüşlerin en yüksek anı, bir durgunluğun yanıltıcı görüntüsü değildir de nedir?
Dairesel dönüşler, kısır bir döngünün diğer bir ifadesi midir?’.
Çocuklar tepenin tamamen ağaçlarla kaplı en yüksek tepesine toplanmışlardı. Tepenin her iki tarafına örülmüş taş duvarlar boyunca uzayan mezarlıklar arasındaki gölgeli, geniş ve kasvetli yolda nefes, nefese koşan çocuğun neredeyse kalbi ağzından dışarı çıkacaktı. O kadar süratle koşuyordu ki bir an önce eve ulaşıp alabileceği kitaplarla geri dönmek istiyordu.
Bulutların çok aşağıya indiği buğulu bir eylül öğleden sonrasıydı. O yılın mayıs ayında henüz altı yaşına girmişti. O rüzgarlı sonbahar gününde mezarlıklı yolun ağaçları arasında hızla koşmaya çalışırken düşündüğü tek bir şey vardı, acaba kitapları evde bulabilecek miydi.?
Koyu kahverengi botlarının önden çapraz bağlı arkadan iki defa ayak bileklerine dolanan bağları vardı.
Koşuyordu, koşuyordu, koşuyordu. Nefes, nefese koşuyordu. Koşarken kendisini hedefe, sadece hedefe kilitlemişti. Eve ulaşmak. Hızlı ve kısa sürede. Çok sık koştuğu bu yol o gün kendisine ne kadar da uzun gelmişti. Hızını o kadar attırmıştı ki bir ara yolun her iki yanında dizi halinde duran mezar taşlarının yanından süratle geçip gittiği izlenimine kapılmıştı. İzlenimler, hisler ve de düşüncelerle şu anda hiç de meşgul olmak istemiyordu. O kendisini eve kilitlemişti. Evde kendisini kitapların üzerine kilitlemişti.
Kendisinden tam tamına yedi yaş büyük abisi ile birlikte tepenin kıvrılarak yükselen ağaçlıklı yerine yakın olan mezarlıkların hemen ötesinde sık yaptıkları gibi biraz gezinti, biraz oyun ile meşgul iken her şey o kadar ani olmuştu ki.
Bir ayağı kanatlarına bağlanmış bir kuş, gövdesi oldukça kalın, kısa ve yaşlanmış bir ağacın iki dalı arasına hedef olarak konulmuştu.
Koyanlar, serdengeçti bir gurup çocuktu. Atmacaları vardı. Siyah lastikten yapılmış atmacaları. Siyah lastikten yapılmış atmacalarının sonuna bağlanan ve taş atan kırmızı meşinleri vardı. Oldukça büyüktü.
Görülen o idi ki, her şey ‘ çok ani ve hızlı ‘ olacaktı.
Taşlar atmacalar için önceden tayin edilmişti.
Keyiflerine diyecek yoktu. Atmacalar marifetiyle, taş ile atış yapacaklardı.
Serdengeçti çocuk gurubu tam atışa hazırlanırken, tanıdık bir ses onlara durun demişti. Kuşu vurmayın. Onu bana verin. Ben de size karşılığında başka bir şey vereyim. Çocuklar bir süre tereddüt etmişlerdi. Vurmanın meraklı çekiciliğinin iblisi ruhlarına bir kez girmişti. Ve bu tereddüt çok uzun sürmemişti. Çocuklardan bir tanesi ben bu kuşun karşılığında Tommix isterim demişti. Diğer bir çocuk Teksas isterim demişti. Abisi bunların isteklerini kabul etmişti. Yanın da bulunan kendisinden yedi yaş küçük kardeşine dönüp, eve giderek evdeki tüm Tommix ve Teksasları getirmesini istemişti.
O günlerde Tommixler ve Teksaslar ne kadar da revaçtaydı. Özgün çocuk olmanın, okulu ciddiye almamanın neredeyse sembolü haline gelmişti.
Esasen her çocuk bu tür kitaplarla özleşleşmişti. Tommix okuyan bir tavra, teksas okuyan bir başka tavra, tombrax okuyan tamamen başka tavra bürünüyordu. Onunla böbürleniyorlardı.
Sinemalardaki filim furyası da almış başını gidiyordu. Her çocuğun okuduktan sonra biriktirdiği bir kitabı vardı. O kitapların bulunmayan sayıları mübadele edilir ve hatta para karşılığında çocuklar arasında alınır ve satılırdı. İşte Tommix, Teksas, Tombraks, Zebla, Redkit ve bir çokları.
O küçük çocuğa da ‘Ceylan’ isminde, diğer çocukların alaylı bir gülümsemeyle dudak kıvırdıkları kitap kalmıştı. Bu bir çizgi romanıydı. Ormanlarda sıçrayarak koşan bir titrek ceylanın serüvenini çizerek anlatan bir kitap. Çizgili kitap.
Tek kanadı ayaklarına bağlı kuşu ağaçların dalları arasına koyan serdengeçti çocukların hiç de ceylanı okumak istemezlerdi.
Mezarlıklar arasındaki kasvetli yolda nefes, nefese koşan çocuğun tek düşündüğü bir şey vardı. Kitapları bulmak. Başka bir şey düşünemezdi. Düşünmekte istemezdi. Mezarlıkların Müslim mi? Gayri – Müslim mi? yatık Musevi mezarlarının yazılı uzun kapak taşlarıyla, Gregoryan ve Ortadoks mazarların mimarisini.
Esasında, mezarlıklar ve mezar taşlarına olan ilgisi yıllar sonra gelişerek su yüzüne çıkacaktı. Daha sonraları mezar taşları üzerindeki yazılar ile ilgilenecek ve şayet mezar taşları üzerinde bir de fotoğraf varsa, yazı ile fotoğraf arasında canlı bir irtibat kurup, mezar taşını küçük bir biyografi gibi incelemek isteyecekti.
Mecelleden bu yana mezarlıkların yerleşim yerlerine yeteri kadar uzak olmaları kuralı kabul edilmişti. Bu yeteri kadar uzak olma, gür sesli bir erkeğin bağırdığında duyulmayacak olan bir mesafe kastedilmişti. Fakat, büyük yerleşim yerlerinde bu kural tamamen yitip gitmişti. Şehrin en gözde yerlerine mezarlıklar yapılmış ve şehir kültürünün ayrılmaz parçası olmuştu.
‘ Karacaahmet Senfonisi ‘ adlı kitap bunun için yazılmıştı.
Ve etkilenilmişti. Hiç bir mezar taşının üstünde açlıktan öldü diye yazılmış bir yazı yoktu. Tüm mezar taşlarının üstünde ‘Ruhuna Fatiha’ yazılmıştı.
Mezar taşları edebiyatı neleri için de saklamıyordu ki. Tek eksiği belki de mezarlıklarda müziğin olmayışı idi. Stalingrad mezarlığında direnişçilere armağan edilen
Bethofhen’nin ‘ Bitmeyen Senfonisi’nin ‘
sürekli çalındığını duyunca bunun ne kadar da gerekli olduğunu düşünmüştü.
O rüzgarlı sonbahar gününden on yıl sonraki yaz çok sıcak geçmiyordu. Taş duvarlar boyunca mezarlıklar arasında ki ağaçlı yolda nefes nefese koşan çocuğun, mezarlıkların hayatında oynayacağı role şahit olabilmesi için on yılın geçmesini beklemesi gerekiyordu..
Ağaçlarla kaplı tepede abisi kendisini sabırsızlıkla bekliyordu. Sabırsızlıkla bekleyen sadece abisi değildi. Bir kanadını ayaklarına bağlayan ve ağaç dalları arasına koyan serdengeçti çocuklarda kuşu sabırsızlıkla infaz etmek için artık kitapları beklemeye daha fazla tahammül gösteremiyorlardı.
Küçük çocuk, bir solukta eve ulaşabilmişti. Kitapları bulması da çok uzun sürmemişti. Kitapları alıp koşarak yola çıkmıştı. Yol oldukça uzun görünmüştü. Ağaçlara yaklaşırken abisi ile serdengeçti çocuklarların kıyasıya bir kavgaya tutuştuklarını görmüştü.
Çocuklar kuşu infaz etmişlerdi. Beklememişlerdi.
Söz o küçük yaşta ayağa düşmüştü.
Sözün zaten özgül ağırlığının olmadığını ilerlemiş yaşlarda anlaması çok uzun sürmeyecekti.
Havada uçup giden ne idi ?
Kuş, söz, çocuk, kitap, nefes atmacanın hem içinde hem de dışında idi.
O neler olup bittiğini, nerede başlayıp nereye gittiğini anlayamayacağı bir oyunun küçük, mahsun ve sesiz bir figüranı idi.
Ve çocuklar ile abisi kavgaya tutuşmuştu.
Tommix’in Ceylan’dan daha önemli olmasının ne anlamı vardı ki.?
Kul hakkını hiç duymamıştı, Kuş hakkını da. On yıl kadar sonra, yağmurlu bir sonbahar günü, mezarlıklardaki ağaçlar yağmurdan ıslanmış uzun saçlı bir gencin resimleriyle doldu. Resimler ağaçlara asılmıştı. Resimlerin bazıları parçalanarak yere düşmüştü. Sonsuz istirahatgah çok sade idi. Orası ziyaret edildi. Artık ağaçların bitmeyen bir senfonisi vardı. Bu hiç bilinmeyen bir yerden gelip, bilinemeyecek bir yere giden gizemli oyunun fon müziği miydi